بسم الله الرحمن الرحيم، الحمد لله رب العالمين، والصلاة والسلام على أشرف الأنبياء والمرسلين سيدنا محمد مصطفی وعلى آله وصحبه أجمعين.
زاهد ظاهرپرست از حال ما آگاه نیست
در حق ما هر چه گوید جای هیچ اکراه نیست
Zâhid-i zâhir perest ez hâl-i mâ âgâh nîst
Der hak-i mâ her çe gûyed cây-i hîç ikrâh nîst
Zâhire nazar eden zâhid âgâh olmaz (anlamaz) hâlimizden
Hakkımızda ne söylerse söylesin, ikrâh edilecek (tiksinilecek) vaziyetimiz yok
Zâhir: Dış görünüşe göre, görünen, âşikâr olan, açık, belli, meydanda olan.
Zâhid: Zühd sâhibi olan, borç olan ibadetlerden, aslî vazifelerden başka dünya süs ve makamlarından feragat eden kişi, sûfî-meşreb, perhizkârlıkla muttasıf.
İkrâh: İğrenmek, tiksinmek.
در طریقت هر چه پیش سالک آید خیر اوست
در صراط مستقیم ای دل کسی گمراه نیست
Der tarîkat her çe pîş-i sâlik âyed hayr-i ûst
Der sırât-ı mustakîm ey dil kesî gumrâh nîst
Tarîkatta sâlikin karşısına çıkan her şey onun iyiliğinedir
Ey gönül, sırât-ı mustakîmde iken kimse yolunu kaybetmez
Tarîkat: Ma'nevî yol, seyr-i âfâkî.
Sâlik: Sülûk kelimesinden kat'an nazar belli bir yol tutup giden, bir tarîkat mensubu olan.
Gümrâh: Yolunu kaybeden, doğru yoldan sapan, şaşırmış.
تا چه بازی رخ نماید بیدقی خواهیم راند
عرصه شطرنج رندان را مجال شاه نیست
Tâ çe bâzî ruh numâyed beydakî hâhîm rând
Arsa-i şatranc-i rindân râ mecâl-i şâh nîst
Görelim felek bize ne oyunlar edecek, biz de piyâdemizi öne sürelim bakalım
Rindlerin satranç tahtasında şâhın yeri yok
Rind: Kalender, aldırışsız, dünya işlerini hoş ve boş gören, lâubâli meşreb, bâtını irfân ile müzeyyen olduğu hâlde zâhiri sâde görünen hakîm. Dış görünüşü perişân olduğu hâlde, aslında kâmil olan kimse.
چیست این سقف بلند ساده بسیارنقش
زین معما هیچ دانا در جهان آگاه نیست
Çîst în sakf-i bulend-i sâde-i bisyâr nakş
Zîn muammâ hîç dânâ der cihân âgâh nîst
Çok nakışlı ama bir yandan da sâde olan bu yüksek tavan da nedir
Dünyâda bu muammâyı anlayabilen/çözebilen âlim yok
Dânâ: Dânisten/Bilmek masdarından, dânâ, bilen kişi, âlim zât.
Âgâh: Anlayan, kalbi uyanık, haberdâr olan.
این چه استغناست یا رب وین چه قادر حکمت است
کاین همه زخم نهان هست و مجال آه نیست
În çe istiğnâst yâ Rab vîn çe kâdir hikmet est
K’în heme zahm-i nihân hest u mecâl-i âh nîst
Yâ Rab, bu nasıl bir istiğnâ, bu ne güçlü bir hikmettir
Bunca gizli yara varken âh edip inlemeye mecâl yok
İstiğnâ: Kimseye muhtaçlık hissetmeme, tokgözlülük.
Zahm: Cerahât, yara.
Mecâl: Tâkat, güç yetirme, kuvvet, İktidar, imkân.
صاحب دیوان ما گویی نمیداند حساب
کاندر این طغرا نشان حسبه لله نیست
Sâhib-i dîvân-i mâ gûyî nemî dâned hisâb
K'ender în tuğrâ nişân-i hasbeten lillâh nîst
Bizim baş muhâsib gâliba hesap kitap nedir bilmiyor
Bu tuğrada "Her şey Allah rızâsı için" nişânı yok
Muhâsib: Hesap işleriyle iştigâl eden şahıs.
هر که خواهد گو بیا و هر چه خواهد گو بگو
کبر و ناز و حاجب و دربان بدین درگاه نیست
Her ki hâhed gû biyâ u her çe hâhed gû begû
Kibr u nâz u hâcib u derbân bedîn dergâh nîst
Her kim isterse, söyle gelsin ve her kim konuşmak isterse, söyle, konuşsun
Bu dergâhta kibre, nâza, hâcibe, kapıcıya yer yok
Kibir: Kendini beğenmişlik hastalığı, tekebbür, büyüklük taslama, başkalarından üstün olmadığı hâlde kendini üstün görme ve tutma.
Hâcib: Perdeci.
Derbân: Kapıcı.
بر در میخانه رفتن کار یک رنگان بود
خودفروشان را به کوی می فروشان راه نیست
Ber der-i meyhâne reften kâr-i yekrengân boved
Hodfurûşân râ be kûy-i meyfurûşân râh nîst
Meyhâne kapısına gitmek ancak yekrengân olanların (tek renkli olanların, değişken olmayanların) kârıdır
Kendini beğenmişlerin meyhâne sokağına girmesine müsaâde yok
Hodfurûşân: Hodbîn, kendini beğenmiş.
هر چه هست از قامت ناساز بی اندام ماست
ور نه تشریف تو بر بالای کس کوتاه نیست
Her çe hest ez kâmet-i nâsâz-i bîendâm-i mâst
Ver ne teşrîf-i tô ber bâlâ-yi kes kûtâh nîst
Başımıza her ne geliyorsa düzgün olmayan endâmımızdan (görünüşümüzden, kılık kıyâfetimizden) geliyor
Yoksa senin giydireceğin hil’at elbisesi kimseye kısa gelmez
Hil'at: Kaftan, yüksek makamdaki zâtların beğendiği kimseye ve takdir edilen zevâta giydirdiği kıymetli, süslü elbise.
بنده پیر خراباتم که لطفش دایم است
ور نه لطف شیخ و زاهد گاه هست و گاه نیست
Bende-i pîr-i harâbâtem ki lutfeş dâim est
Ver ne lutf-i şeyh u zâhid gâh hest u gâh nîst
Ben lutfu dâim olan harâbât şeyhinin bendesiyim
Ba'zen sarhoş ba'zen de ayık olan şeyhle ve zâhidle işim yok
Lutuf: İyilik, iyi muâmele, rıfk ve nevâziş, iltifatla mulâyemet üzere muâmele eylemek, Allahu Teâlâ'nın kullarını rıfk ve suhûletle murâdına muvaffak eylemesi.
Bende: Bağlanmış olan, köle, hizmetkâr.
حافظ ار بر صدر ننشیند ز عالی مشربیست
عاشق دردی کش اندربند مال و جاه نیست
Hâfız er ber sadr nenşîned zi âlî meşrebîst
Âşık-i dordî keş ender bend-i mâl u câh nîst
Hâfız baş köşeye oturmuyorsa, bu onun meşrebindeki yücelikten ileri geliyor
Zîrâ tortulu şarap çeken/içen âşığın mâl, mülk ve makamla işi yok
Meşreb: Huy, hilkat, ahlâk.
Keş: Keşîden/Çekmek masdarından, çekme, çekiş. Misâl, şarabkeş, esrârkeş, serkeş.
Târık İleri
Bu e-Posta adresi istek dışı postalardan korunmaktadır, görüntülüyebilmek için JavaScript etkinleştirilmelidir
|